
Uygarlık insanla, yani doğumla başlar. Dolayısıyla da ‘’anne’’nin insanlık tarihi açısından önemi büyüktür. Anneye duyulan sevgi ve saygı evrenseldir. Kadın, doğurganlığından dolayı insanlığın var oluşundan bu yana ‘’bereket’’ ile ilişkilendirilmiştir. Böylelikle kadın direkt annelikle özdeşleştirilmiştir. Yani annelik, kadının ‘’kadın’’ kimliğinin üzerine geçmiştir.
Yeryüzündeki en eski insan toplulukların ana yanlı bir soy sistemine sahip oldukları ve kadınların ilkel- prehistorik toplumlarda modern çağlara göre daha saygın ve güçlü bir konumda yer aldıkları bilinmektedir. Bu topluluklarının ‘’poligami’’ (çok eşlilik) anlayışını benimsemesi erkekler için bir dezavantaj oluşturmuştur.
Buna göre; doğacak bebeklerin anneleri her zaman bellidir fakat babalarını bilmek mümkün değildir. ‘’Çocuk’’ çekirdek bir aileye değil oldukça geniş bir aileye, yani toplumun tam ortasına doğar. Bu da çocuk üzerinde annenin daha fazla söz sahibi olmasına yol açar.
Avcılığın sürekli besin kaynağı olmaması, kadınların uğraştığı toplayıcılığın ise sürekli bir besin kaynağı sağlaması nedeniyle prehistorik çağlarda kadının kabile içinde daha baskın olduğu düşünülmektedir. İki cinsiyet arasındaki dengenin bozulması ve kalıplaşmaların ilk olarak ortaya çıkışı insanlığın avcı – toplayıcılıktan tarım toplumuna geçişiyle yaşanmıştır.
Üretim için gerekli insan gücünün sağlanması kadının sürekli doğurgan halde olmasına, sonrasında da uzunca bir süre bebeklerin bakımıyla ilgilenmek durumunda kalması, onun ‘’ev’’ ile geri dönülemez bir biçimde ilişkilendirilmesine yol açmıştır. Anne olmayan bir kadın; üretime katılmayan, dolayısıyla da sisteme hizmet etmeyen bir birey demektir. Sınıflı toplum yapısında bu kabul edilebilir bir şey değildir.
Sonuç olarak; zamanla toplumsal roller belirlenmiş ve oturtulmuş, kadınlar yönetim ve siyasette ikincil bir konuma itilmişlerdir. Bu değişimi sadece soy kuramıyla açıklayamasak da kadınların sınıflı topluma geçişte büyük bir kayba uğradıkları açıkça ortadadır.